“Bir ses ki unutulmaz. Bir ses ki, bir ses ki, felaketli
bir ömrün bütün zehirlerini, onların birikmesinde günahı olmayanların da içine
doldurabilmek için, en küçük bir şikayet sebebini büyük bir boşalma fırsatı
gibi yakalar, tizleşir ve kezzap gibi keskinleşerek yalnız sahibini değil,
bütün insanları tehdit eden meçhullere karşı imkansızlığın çığlığı imiş gibi
içimizdeki ümit köklerini haşlar ve hepimizin müşterek haykırışımız olmak
istidadını kazanır.”
“Bir satırını yazmadığı ne eserler tasarlamıştı. Tıptan felsefeye
atlayışının sebeplerinden biri bu arzu idi, felsefede kalamayışının
sebeplerinden biri de bu iradesizlik.”
“Yüzünde, çeşitli insan kaderleriyle sık temaslarını
hissettiren bir yaşamışlık ve anlamışlık vardı.”
“Ne söylemeliydi ki o hiçbir şey anlamasın veya her şeyi
anlasın.”
“İştahın aleni, şehvetin gizli tatmin olunması arasındaki
manasız zıtlığın ortadan kalkması lazım geldiğini ikisine de kabul ettirmek
imkansızdı. Engel, cemiyetin ahlakından ve geri bir namus telakkisinden
geliyordu. Niçin geri peki?”
“Annesi de Viyana’da mı Peşte’de mi kısa boylu, tıknaz ve
sakallı bir adamın, tıpkı böyle, onun elini avucunun içine alıp geçmişini ve
geleceğini yanlışsız haber verdiğini anlatırdı. Babası bu keşiflerde hep
isabetlerin hatırda kaldığını ve isabetsizliklerin unutulduğunu, çünkü insanda
fevkaladelik özleyişinin daima aleladenin aleyhinde bir tasfiye oyunu yaptığını
söyleyip karısını köpürtürdü.”
“Yabancı bir yüzün aynasında kendi manasını
seyredebileceği an değildi. Çirkindi, muhakkak. Daha fazla var olmak için, daha
çirkin olmaya razıydı, fakat bunu görmemezlikten gelmek şartıyla.”
“Ben kaçmadım ki. Kaçmanın taklidini yaptım. Vücudum kaçtı
ve içim orada kaldı: Selma’nın bastığı yerde. Yahut ben bölündüm ve parçamın
biri ötekinden kaçtı. Ne sersemlik!”
“Çok defa cümlelerin başında dilimize musallat olan bu ‘şüphesiz’
içinde kıvrandığımız şüphelerden hiç değilse sözle kurtulmak ihtiyacının
ifadesi mi?”
“Bu adamı birdenbire çok sevmişti. O kadar sevmişti ki,
böylelerinin de içinde bulunduğu bir dünyada insanın fazla bedbaht olamayacağına
benzer bir titrek inanç duyuyordu. Belki de benim ihtiyacım bu güzel imajı ona
giydiriyor. Olmayan bir Yahya Aziz yaratıyorum. Zararı yok. Onun çamurundan
böyle bir şeyin mümkün olabilmesi, yine onun bu yaratışa liyakatini gösterir.”
“…gözler, kulağımızın duymadığı ve idrakimizin vasıtasız
anladığı sözler söyleyen hareketsiz ve sessiz birer küçük ağızdı. Mana bu
cilalı ve yuvarlak sathın neresinden sızıyor, idrakimize bir anda nasıl
doluyordu?”
“Ferit ağlamağa başladı. Nasıl, biz, hislerimizin
uşakları, nasıl onların kölesi oluyoruz? Nasıl ben bu kadını öldürmeyi düşünecek
kadar onun bende bıraktığı iyi tesir ve hatıralara ihanet edebiliyorum? Onu ben
öldürmedim, fakat öldüren adamla suç ortağı değil miyim?”
“Ben ümit kelimesinin aynı zamanda korku ifade ettiğini
düşünürüm. Çünkü ümit olması ve olmaması ihtimali olan bir şeyin olacağını farz
etmektir. Fakat böyle bir faraziye o şeyin olmaması korkusu devam ettikçe
mümkündür ve o korku nisbetinde kuvvetlidir.”
“İçine gömüldüğü koltuk sanki onu varlık içinde
kucaklayan yokluktu. Şimdi ona kayıtsız şartsız teslim olmakta, son sığınağını
var olmakta arayanların rahatlığını duyuyordu. Hiçbir mücadeleye takati
kalmadığı için hiçbir korkusu da kalmamıştı.”
“Artık şuurunda kendi ben’ini değil başka ve geniş ve her
şeyle birleşmiş sonsuz bir kendi vardı. Bu, kendinden çıkan ve onu aşan, her
şeyi kavrayan ve her şeyle bir olan bir kendi şuuruydu. Bu bir mutlak birdi. Ansızın
gözleri kör edecek kadar keskin bir ışığa benzeyen ve hududu görünmeyen büyük
bir aydınlık parladı; ve ansızın her şeyi kavradı ve sonsuz derinliklere iner
gibi bir duygu bütün ruhunu sardı.”
“Akıllı sevmediği dünyadan kaçıyor. Onun abese tahammülü
yoktur. Ve Allah’ın hikmetini bilmeyenler için her felaket abestir.”
“İnsanlar, çocukları numunei imtisal ittihaz edip
kalplerini tasfiye edecekleri yerde onlara da kendi ihtiraslarını telkin ile
saffe-i ahlakiyelerini bozarlar. Fıtratın elinden lekesiz doğan bu vicdanı
kirletirler.”
“Hayır, benim aklım ve şuurum ve izanım vardır. Her şeyden
mahrum, fakat Cenabıhakkın insana bahşeylediği en büyük hazineye malikim. Kim bunu
verip fani zevkler almak ister? Deli gibi eğlenmektense akıllı gibi bu alemi
temaşa eylemek insanın şanından değil midir?”
“Ne arzu eyledimse aksi oldu. Bunda bir hikmet vardır ve
bundaki hikmet bendeki arzuyu öldürmek değilse nedir?”
“Hürriyeti yanlış anlayan bir dünyadayız. İnsan hür
doğmaz. Eğer kendi ben’i ile bir mücadeleye başlayan bir irade destanının
kahramanı değilse, eğer kendi nefsine galebeden ve kendi ihtiraslarına hakimiyetten
başlayan bir hürleşmeye doğru merhale merhale yol almıyorsa, eğer hürriyeti
şahsiyetiyle beraber gelişmiyorsa, insan, en hür nizam içinde de hür değildir.
Doğarken hürriyetimize de şahsiyetimize de sahip olamayız. İkisini de yaşadıkça
ve liyakatimiz nisbetinde kazanırız.”
“İlerlemeyi mekan içinde daha çabuk mesafe almaktan
ibaret bir sürat telakkisinde soysuzlaştıran insan merkezli bir dünya görüşü,
aynı prensibi şümullendirerek her şeyin gayesini kendi kendisinde bulmaktan
başka nereye gidebilirdi?”
“Kendi merkezi etrafında her gün biraz daha süratle
dönmekten başka bir şey yapmayan insan, atlıkarıncada gözlerini kapayan çocuğun
kilometrelerce uzaklara gitmesi hayaline benzer bir ilerleme vehmi içindedir.
Ben’inin tatmin edildikçe artan ve her gün biraz daha maddi bir mahiyet alan isteklerini
karşılamaktan başka neye çalışıyor?”
“Bu dünyada kendisini iyiliğe ve güzelliğe veren bir tek
kişi de kalsa evler, memleketler ve insanlar yine bahtiyar olurlar.”
“Garabete bak ki, bizi şimdi ayıran şey birbirimiz haklı
buluşumuzdur. Ben o günkü sen oldum, sen de o günkü ben. Ruhlarımız tersine
çevrilince, ihtilaf ve dava aynı kaldı.
…
Ben seni apartman merdiveninde kucakladığım gün, Selma,
bir hayvandım. Seni o gün dudaklarının lokumunda, göğsünün zıplayışında, diz
kapaklarında ve topuğunda aradım. Bereket sen başka yerde idin. O kadar kolay
bulunsaydın şimdi ne kalacaktı senden? O gün bana ilahi bir ders verdin sen. Şimdi
o ‘sen’ nerede?”
“Aziz’e göre diyalektiğin üçüncü hareketine henüz
çıkılmamıştır ve sentez mümkündür. Bir tarafın hatası, gerçeği ‘hususi ve ferdi’ye
bağlaması; öteki tarafın hatası ‘umumi ve müşterek’e bağlamasıdır. Bir şey var
olabilmek için hususi ve umumi vasıflara aynı derecede muhtaç olduğuna göre,
gerçeği bunlardan yalnız birine bağlamak mümkün değildir. Bundan başka, umumi,
ancak hususilere göre umumidir, öteki umumilere göre kendine has vasıfları
olduğu için hususidir.”
“Binlerce Galaksi’nin yalnız bir tanesinde, bize bir
gözbebeğinin ortasındaki pırıltı kadar küçük görünen bu yıldızlardan otuz
milyar kadarı sayılabilmiştir. Milyonlarca ışık yılı içinde milyarlarca yıldız
daha var ve bunlardan çoğu yüz binlerce arz küresini içine sığdırabilecek kadar
büyüktür. Milyon kere milyon defa arzı içine alabilecek dev yıldızlara bile
rastlıyoruz. Bu sonsuzluğun daha birinci merhalesinde idrakimizin soluğu
kesiliyor. Kavrayamıyoruz Dehşete düşen Pascal’ı daima hatırlıyoruz. Mıymıntı
zekamızın rahatını kaçırmamak için, başımızı en kolay izahın yastığına koyuyor
ve insanın hayalini çatlatan bu genişlik ve büyüklük ölçüsü içinde, sayısız
dünyalardan her birini kendi yüceliğine nispetle bir atom kadar küçülten ulu
kainatın bir kıyıcığında, hayatın yalnız bizim dünyacığımızda ve şuurun yalnız
bizim kafacığımızda bir tesadüf eseri olarak bulunduğunu sanıyoruz; manayı
kendimizde hapsediyor ve bütün bu sonsuzluğun ve yüceliğin manasız bir doluluğu
kapladığına ve tekrarladığına hükmedip çıkıyoruz. Sanki bu enginliği dolduran
bütün dünyalar bizim içimizle hiçbir münasebet kabul etmeyen dışarılık ve ablak
bir objeler alemidir. Sanki insan ve kainat, iki zıt mahiyet içinde birbirini iki
yabancı gibi seyrediyor. İkisinin de birbirine aynı mana nizamı içinde bağlı
olduğunu bir bedbaht şimşeği içinde idrak ettiğimiz halde inkar ediyoruz. Münasebetlerden
başka hakikat tanımayan ve mahiyetlerin önünden kaçan maddeci ilim ve felsefe,
ana dava önünde, insan zekasını bu kadar sefil bir intihara sürüklemiştir.”