5 Nisan 2016 Salı

ANI



İki yıl önce bir yaz günü Canım Kardeşim Zeynep’le Yüzüncüyıl’dan Çukurambar’a gidiyorduk. Birkaç saatlik işimiz vardı, halledip dönecektik.

Yer yön hassasiyeti bulunmayan bir Karadenizli olarak tek başıma girdiğim bir yol ne kadar kestirme olursa olsun kaybolduğumdan genelde uzun da olsa bildiğim yolu tercih ederim. Fakat o gün tek başıma değildim, Zeynep vardı, kestirme bir yola girdik.

İlerlerken bir sitenin bahçesinden dışına taşmış gül ağaçlarını gördüm. Güller… Öyle güzellerdi ki kayıtsız kalamazdım ve kalamadım da.

“Zeynep güllere bak. Ne güzeller değil mi? Maşallah.” dedim.

“Sahi, çok güzeller.” dedi.

Durduk. Bir süre gülleri izledik. Aynı güllerin vücudunda ayrı ayrı şeyleri temaşa ettik Zeynep’le, birbirinden farklı hülyalara daldık. Aynı kokuda buluştuk sonra, güzelliğin 1 olana varan doruk noktasında.

Bu hissiyatı kısa süreli de olsa devamlı kılmak adına, bir gülü de yanımda götürmek geçti aklımdan. Ben zaten soğukkanlı bir katil olduğumdan, bir beis görmedim gülü dalından koparmakta. Fakat Zeynep gibi hassas bir insanı bu cürme şahit tutmak, cinayetin kendisinden daha büyük bir felaketti. Yine de şansımı denemek istedim.

“Zeynep” dedim “koparsam ya bir tanesini.”

“Saçmalama Sudaaa, olur mu öyle şey?!” dedi.

“Ama Zeynep çok güzeller. Ne olur koparayım, lütfen koparayım. Sadece bir tane.” dedim.

“Dalında güzel canım kardeşim, günahtır. Koparmayacaksın tabi ki. Yürü hadi gidiyoruz.” dedi, tuttu kolumdan çekti.

Koparmadım. Gönlüm arkada kaldı.

Aradan birkaç saat geçti, işlerimizi halletmiş aynı yoldan geri dönüyorduk. Bir an Zeynep kolumdan çıkıp hızlandı. Eğildi, yerden bir şey aldı. Doğruldu sonra, bana dönüp elindekini uzattı.

Dalından kopup yere düşmüş olan bir güldü bu. Hani şu güzelliğiyle gazellere konu olacak türden bir gül. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz gül.

Birbirimize baktık Zeynep’le, güldük.

Neydi bunun adı? Tesadüf mü? Hayır, bütün dünya bir araya gelse beni bunun tesadüf olduğuna inandıramaz.

Bazen olması gereken adına olmasını istediğinden vazgeçtiğinde insan, vazgeçtiğini bahşedilmiş bulur önünde. Bazen mesele sadece “evet” deyip teslim olmakta yahut gönlünü geride bırakmayı göze alarak “hayır” demekte. Olması gereken adına, kendi istediğini feda edebilmekte, iradenin hakkını verebilmekte. Yani aslında biraz vefa biraz da diğergâmlık var işin içinde.

Bir de diyorum ki, Zeynep gibi arkadaşlar lazım insana. Ellerini yanlışa uzattığında tutup çekecek, ayaklarını yanlışa yönelttiğinde belki bir çelmeyle düşürecek… İhtiyacı olduğunda, kendisi farkında olmasa da, insanı kendine getirecek… Arkadaşlar lazım insana. 

2 Nisan 2016 Cumartesi

O'na Dair





Ne zaman görsem üzgündü.

Hep üzgündü.

Tüm dünyanın hüznünü gözlerinde taşıyor gibiydi. Acıktığı için ağlayan bir bebeğin hüznü vardı gözlerinde. Babasını trafik kazasında kaybetmiş yetim bir çocuğun hüznü… Evinin direğini, yaslandığı çınarı, eşini yitirmiş; borçlarını karşılayamayınca çocuklarıyla kapıya konmuş bir annenin hüznü… Göç mevsimi yuvasını arkasında bırakan bir kuşun hüznü… Başlık parasını toparlayabilmek için gurbette elleri nasırlaşıncaya kadar çalışan, geri döndüğünde sevdiğinin bir başkasına yâr olduğunu öğrenen aşığın hüznü… Evladı gözleri önünde eriyen, çaresizliğini dualarına gizleyen, her şeye rağmen ailesi için ayakta duran ayakta sürüklenen bir babanın hüznü… Gövdesine inen darbelerin hepsine dayanmış ama kırılan, koparılan dallarının hasretiyle iki büklüm olmuş bir ağacın hüznü…

Bunların hepsini ve hatta daha fazlasını görebilirdiniz onun gözlerinde. Tüm dünyanın, geçmişin ve geleceğin hüznü taşardı gözlerinden.

Bakamazdım gözlerine. Baksam, bakabilsem bir daha aynaya bakamayacağımdan korkardım. Gözlerimde asılı kalan yansıması, kendi pervasızlığımı vurur diye yüzüme, bakamazdım gözlerine.

Hep üzgündü.

Ellerinin titremesi eksik olmazdı hiç. Merak ederdim bir hastalığı mı var diye. Sonradan anladım ki endişeydi bu histerik titremenin sebebi. Korkardı dokunmaktan. İncitmekten ve incinmekten, sevmekten ve sevilmekten korkardı. Tıpkı elleri gibi içi de titrerdi dokunurken. Biraz yakınında dursanız kalp atışlarını duyabilirdiniz, kesik kesik nefesi yetmezdi kalbine.

Korkardı. Bir çiçeğe dokunurken, karşısındakinin elini sıkarken, birine sarılırken… Ödü kopardı incitmekten ve dahi incinmekten.

Savruk yazısından anlayabilirdiniz kalemi tutarken ki naifliğini. Eşyaya dokunurken bile iki kez düşünürdü.

Neye uzatsa elini dünyanın en kırılgan maddesine dokunuyormuş gibiydi. Öylesine gergin, öylesine sevgiyle, öylesine dikkatli, öylesine özenli ve öylesine korku içinde…

Çok konuşmazdı. Konuştuğundaysa çok şey söylemezdi. Hep yarım kalırdı sözleri, ötesine hiç yetişemezdi.

Kendi evinde, kendi memleketindeydi ama sılaya hasretti. Bir tas çorbaya, sıcak bir yuvaya, bir güzel göze, bir çift güzel söze, hüzünle bezenmiş birkaç notaya, kaleme, kağıda, insana, kendi ruhuna… Aynı anda hem dünyaya hem ukbaya hasretti.

Ne zaman görsem üzgündü.

Varoluşuyla başlamış, varoluşuyla bezenmiş bir ateş taşırdı içinde. Sustukça yanardı, konuştukça ve güldükçe, durdukça, yürüdükçe ve koştukça… Her nefesi yeni bir kıvılcım olurdu kendi yangınına. İçindeki yangın içine sığmazdı, kaçardı. Kendinden her kaçtıkça, kendine yaklaşırdı daha da. Bıkardı bu kısır döngüden ve razı olurdu yangınına.

Biraz dikkatli baksanız, biraz görmeye çalışsanız şahit olabilirdiniz tüm bunlara.

Ben mi?

Ben…

Bakamazdım gözlerine, içinden taşan yangın beni de sarar diye