6 Ağustos 2017 Pazar

Kuyruklu yıldız Altında Bir İzdivaç'tan




“Ah efendim. İnsanların hakikatleri kabuldeki inatçılıklarını bilirsiniz.”


“Ey hemşehriler! Niçin uyanıp bu felaket tozundan silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten ziyade kendinizde… Siz, sizi bu tan ile cehalet ve geriliğe bağlayan fikirlere yaslanmış ve onlara yapışmışsınız… Sizi aydınlatmaya çalışanların taze, yeni ve güzel fikirlerini adeta cinayet sayıyorsunuz. Onlar, sizin cahilce kötülemelerinizden korkmasalar, lanetlerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene, çürüyüp kokmaya başlayan bu derin gerileme yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler… Duyduğunuz her yeni fikre kızmayınız. Onları iyi niyetle kabul edebilmek için idrak sahibi olmaya çalışınız.”


“…Ve bilmek için de biraz düşünmek, eminim ki şimdiye kadar hiçbirinizin aklına gelmemiştir.”


“Her cani ve melunu cezalandırmak için gökten başına taş düşmesi manevi bir gereklilik olaydı, hiçbir memlekette cinayet mahkemeleri tesisine gerek kalmazdı.”


“Bu ana kadar gördüğümüz numunelere bakılırsa ‘hak’ı kuvvetin doğurduğu anlaşılıyor. Kuvvetli olan haklı oluyor. O derecedeki acizlere, zayıflara, hakkı, en kuvvetli olan kimse o dağıtıyor… Kuvvetlinin reyi hak oluyor. Bir zayıf, kuvvetlinin reyini hak olarak kabul etmek mecburiyetinde bulundukça hürriyet, adalet sağlanmış olamaz. O kuvveti imkan derecesinde herkese dağıtmanın yolunu bulmalıdır.”


“Bu memlekette kızlar için ayıp olmayan ne var acaba?”


“Gazetelere yazı göndermeme bile müsaade etmiyorlar. Bana bir şey yazdırtmadıktan sonra beni neye okuttunuz? Alemin kızları yazıyorlar bir şey olmuyor da ben yazarsam mı ayıp olacak, diye çok rica ediyorum. ‘Hayır, olmaz… Hayır, olmaz… Sana sahip olacak adam müsaade ederse o zaman yazarsın’ cevabını veriyorlar… İşitiyor musunuz? Bana sahip olacak o adam. Of… Şimdiden bu adamı hiç sevmiyorum… Çünkü daha adını bilmeden, yüzünü görmeden bu adamın arzusuna, emrine tabi bulunuyorum… Babamın sahipliğinden çıkıp onun nüfuzu altına mı gireceğim?”


“İtirafı müşkül olan hakikatlerin saklanması daha müşküldür.”


“Meğerse ademoğlu hileden ibaretmiş. ‘Dost’ vasfını hak eden iki fert bulmak hemen boşuna çabaymış, bu kelime manasız, boş bir söz gibi kalıyormuş. Bu kadar düşman ruhlu insanların nasıl olup da birbirini mahvetmeyerek asırlardan beri bir arada yaşayabilmiş olduklarına şaştım.”


“Müthiş itiraflardan sonra herkeste bir vicdan rahatlığı hasıl oldu. Herkes anladı ki meğerse insanların saadet ve selameti böyle tam hürriyet ve eşitlikte imiş. İnsanlar neden şimdiye kadar bu büyük hakikati anlamamış da varlıklarını birbirine karşı husumette, muharebede, kan dökmekte görmek gibi yanlış bir yola gitmişler? Medeniyetin, tekemmül fikrinin gayesi birbirini öldürmeye uğraşmak mıdır yoksa umumi kardeşliğin kurulmasına bir çare aramak mı? Neden insan öldürmek fenninde en mahir olan, harp aletleri en mükemmel bulunan milletler en medeni, en ileri sayılıyorlar?.. Şimdiki milletlerin hiçbirisi meğerse medeni vasfına layık değilmiş… Düşünülürse hunharlık bakımından bugünkü ileri insanların mağaralarda, taş kovuklarında mekan tutup da üzerlerine saldırdıkları avlarını tırnaklarıyla, dişleriyle paralayarak yiyen vahşi cetlerinden çok farkları yok…”


“Beyefendi; hemşireniz, valideniz akşama kadar evde nasıl vakit geçiriyorlar, hiçbir gün bunu düşünmek zahmetine katlandınız mı? Hayır… Hayır… Bin kere hayır… Tekamül kanununa dair kafa yordunuz… Darvinizmi tetkik ettiniz. İrade-i cüz’iye meselesi için yoruldunuz. Cazibe kanununu, fizikte Carno prensibini düşündünüz… Size bu kadar uzak olan şeylere kafa harcadınız… Fakat size o kadar yakın bulunan valide ve hemşirenizin evdeki hayat tarzlarının sıhhatleri üzerine olacak tesirleri hiç aklınıza getirmediniz… Çünkü onlar adetten o tarzda ömür geçirmeye mahkumdur, dediniz… Artık ötesini düşünmediniz… Niçin? Bu mühim hususu da Avrupa’dan buraya Puvankareler, İspenserler falan mı gelip düşünecekler? Bugün şehrimizde sinir hastalıklarının nispet kabul etmez bir derecede erkeklerden ziyade kadınlar arasında hüküm sürmesinin hikmeti işte budur. İnsaf ediniz. Hizmetçisi, aşçısı bulunan refah sahibi bir aile kızı, genç vücudunu tembellikten doğan fenalıklara karşı ne ile müdafaa edecektir? Ya çalgı çalacak, ya el işi işleyecek, ya bir şey okuyacak… Ya köşe penceresine oturup sokaktan gelen geçeni sayacak… Bunlar iyi kötü ne ise zihni meşguliyetler… Fakat vücuda lazım olan faaliyet ne yolda verilecek? Erkekler için şimdiki bilginin lazım addettiği şeylerin kadınlarca da lüzumun düşünmek neden kabahat? Neden günah olsun?

Zavallı Türk kadını için ev içinde bedenini çalıştırmaya iki büyük vesile vardır. Ya ortalık süpürmek adı altında hasır süpürgeyi alıp iki kat olarak evin bütün mikroplu tozlarını yutmak… Yahut çamaşır yıkamak adına leğen başında akşama kadar bütün ailenin kirlerini, pisliklerini, sıcak su içinde hasıl olan zehirli buharları teneffüs etmek… İşte bizim en büyük egzersizimiz, sporumuz bundan ibarettir…”


“Sırf şekillerle ilgilenen dostluklar çabuk yok olur. Kalıcı olanlar manevi münasebetler, samimi sevgilerdir.”


“Bende her zaman hayatımı küçümsemek, umursamamak illeti vardı. Meğerse o yiğitlik, gençliğim dolayısıyla ölümü kendimden pek uzak gören aldatıcı bir cesaretmiş. Şimdi ölümle şakasız karşı karşıya gelince korkudan titriyordum…”


“Hayata bağlılığımızın derecesi n-böyle ümitsizlik zamanlarında belli oluyor.”


“İnsanların en çok saadetten mahrum olmalarının sebebi onun tabiat kanunlarının hangisinin üzerinde kurulduğunu bilememelerinden ileri gelir. Mümkün olduğu kadar felaketten uzak kalmak da açıkça bir saadet sayılabilir. Aslında saadet o kadar büyük ve o kadar küçük bir şeydir ki buna sahip bazı kimselerin bunun kendilerinde olduğundan haberleri bile yoktur. Onu kendine mahsus şekle aykırı şekillerde düşünüp aramakla durmadan bozarlar.”


“Çok sevinmek de insanı büyük bir kedere uğramak derecesinde müteessir ediyor.”


“Doğru söz hoş görülmese de sahibi için suç olmamalıdır.”


“Aman efendim her hayalin bu derece kolaylıkla hakikate dönüşmesi mümkün olaydı dünyada hiç bedbaht kalmazdı. Yahut o zaman herkes bedbaht olurdu. Çünkü insanlara hakikat kadar da hayalin lazım olduğunu henüz yirmisini bulmayan hayatımda tecrübe ettim… Hayalin lezzeti hakikate dönüşmesinde değil, ilk şeklini daima muhafaza etmesindeymiş.”