27 Ağustos 2016 Cumartesi

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu'ndan



“Bir ses ki unutulmaz. Bir ses ki, bir ses ki, felaketli bir ömrün bütün zehirlerini, onların birikmesinde günahı olmayanların da içine doldurabilmek için, en küçük bir şikayet sebebini büyük bir boşalma fırsatı gibi yakalar, tizleşir ve kezzap gibi keskinleşerek yalnız sahibini değil, bütün insanları tehdit eden meçhullere karşı imkansızlığın çığlığı imiş gibi içimizdeki ümit köklerini haşlar ve hepimizin müşterek haykırışımız olmak istidadını kazanır.”


“Bir satırını yazmadığı ne eserler tasarlamıştı. Tıptan felsefeye atlayışının sebeplerinden biri bu arzu idi, felsefede kalamayışının sebeplerinden biri de bu iradesizlik.”


“Yüzünde, çeşitli insan kaderleriyle sık temaslarını hissettiren bir yaşamışlık ve anlamışlık vardı.”


“Ne söylemeliydi ki o hiçbir şey anlamasın veya her şeyi anlasın.”
   

“İştahın aleni, şehvetin gizli tatmin olunması arasındaki manasız zıtlığın ortadan kalkması lazım geldiğini ikisine de kabul ettirmek imkansızdı. Engel, cemiyetin ahlakından ve geri bir namus telakkisinden geliyordu. Niçin geri peki?”


“Annesi de Viyana’da mı Peşte’de mi kısa boylu, tıknaz ve sakallı bir adamın, tıpkı böyle, onun elini avucunun içine alıp geçmişini ve geleceğini yanlışsız haber verdiğini anlatırdı. Babası bu keşiflerde hep isabetlerin hatırda kaldığını ve isabetsizliklerin unutulduğunu, çünkü insanda fevkaladelik özleyişinin daima aleladenin aleyhinde bir tasfiye oyunu yaptığını söyleyip karısını köpürtürdü.”

   
“Yabancı bir yüzün aynasında kendi manasını seyredebileceği an değildi. Çirkindi, muhakkak. Daha fazla var olmak için, daha çirkin olmaya razıydı, fakat bunu görmemezlikten gelmek şartıyla.”

   
“Ben kaçmadım ki. Kaçmanın taklidini yaptım. Vücudum kaçtı ve içim orada kaldı: Selma’nın bastığı yerde. Yahut ben bölündüm ve parçamın biri ötekinden kaçtı. Ne sersemlik!”

   
“Çok defa cümlelerin başında dilimize musallat olan bu ‘şüphesiz’ içinde kıvrandığımız şüphelerden hiç değilse sözle kurtulmak ihtiyacının ifadesi mi?”

   
“Bu adamı birdenbire çok sevmişti. O kadar sevmişti ki, böylelerinin de içinde bulunduğu bir dünyada insanın fazla bedbaht olamayacağına benzer bir titrek inanç duyuyordu. Belki de benim ihtiyacım bu güzel imajı ona giydiriyor. Olmayan bir Yahya Aziz yaratıyorum. Zararı yok. Onun çamurundan böyle bir şeyin mümkün olabilmesi, yine onun bu yaratışa liyakatini gösterir.”

   
“…gözler, kulağımızın duymadığı ve idrakimizin vasıtasız anladığı sözler söyleyen hareketsiz ve sessiz birer küçük ağızdı. Mana bu cilalı ve yuvarlak sathın neresinden sızıyor, idrakimize bir anda nasıl doluyordu?”

   
“Ferit ağlamağa başladı. Nasıl, biz, hislerimizin uşakları, nasıl onların kölesi oluyoruz? Nasıl ben bu kadını öldürmeyi düşünecek kadar onun bende bıraktığı iyi tesir ve hatıralara ihanet edebiliyorum? Onu ben öldürmedim, fakat öldüren adamla suç ortağı değil miyim?”

   
“Ben ümit kelimesinin aynı zamanda korku ifade ettiğini düşünürüm. Çünkü ümit olması ve olmaması ihtimali olan bir şeyin olacağını farz etmektir. Fakat böyle bir faraziye o şeyin olmaması korkusu devam ettikçe mümkündür ve o korku nisbetinde kuvvetlidir.”

   
“İçine gömüldüğü koltuk sanki onu varlık içinde kucaklayan yokluktu. Şimdi ona kayıtsız şartsız teslim olmakta, son sığınağını var olmakta arayanların rahatlığını duyuyordu. Hiçbir mücadeleye takati kalmadığı için hiçbir korkusu da kalmamıştı.”

   
“Artık şuurunda kendi ben’ini değil başka ve geniş ve her şeyle birleşmiş sonsuz bir kendi vardı. Bu, kendinden çıkan ve onu aşan, her şeyi kavrayan ve her şeyle bir olan bir kendi şuuruydu. Bu bir mutlak birdi. Ansızın gözleri kör edecek kadar keskin bir ışığa benzeyen ve hududu görünmeyen büyük bir aydınlık parladı; ve ansızın her şeyi kavradı ve sonsuz derinliklere iner gibi bir duygu bütün ruhunu sardı.”

   
“Akıllı sevmediği dünyadan kaçıyor. Onun abese tahammülü yoktur. Ve Allah’ın hikmetini bilmeyenler için her felaket abestir.”

   
“İnsanlar, çocukları numunei imtisal ittihaz edip kalplerini tasfiye edecekleri yerde onlara da kendi ihtiraslarını telkin ile saffe-i ahlakiyelerini bozarlar. Fıtratın elinden lekesiz doğan bu vicdanı kirletirler.”

   
“Hayır, benim aklım ve şuurum ve izanım vardır. Her şeyden mahrum, fakat Cenabıhakkın insana bahşeylediği en büyük hazineye malikim. Kim bunu verip fani zevkler almak ister? Deli gibi eğlenmektense akıllı gibi bu alemi temaşa eylemek insanın şanından değil midir?”

   
“Ne arzu eyledimse aksi oldu. Bunda bir hikmet vardır ve bundaki hikmet bendeki arzuyu öldürmek değilse nedir?”

   
“Hürriyeti yanlış anlayan bir dünyadayız. İnsan hür doğmaz. Eğer kendi ben’i ile bir mücadeleye başlayan bir irade destanının kahramanı değilse, eğer kendi nefsine galebeden ve kendi ihtiraslarına hakimiyetten başlayan bir hürleşmeye doğru merhale merhale yol almıyorsa, eğer hürriyeti şahsiyetiyle beraber gelişmiyorsa, insan, en hür nizam içinde de hür değildir. Doğarken hürriyetimize de şahsiyetimize de sahip olamayız. İkisini de yaşadıkça ve liyakatimiz nisbetinde kazanırız.”

   
“İlerlemeyi mekan içinde daha çabuk mesafe almaktan ibaret bir sürat telakkisinde soysuzlaştıran insan merkezli bir dünya görüşü, aynı prensibi şümullendirerek her şeyin gayesini kendi kendisinde bulmaktan başka nereye gidebilirdi?”

   
“Kendi merkezi etrafında her gün biraz daha süratle dönmekten başka bir şey yapmayan insan, atlıkarıncada gözlerini kapayan çocuğun kilometrelerce uzaklara gitmesi hayaline benzer bir ilerleme vehmi içindedir. Ben’inin tatmin edildikçe artan ve her gün biraz daha maddi bir mahiyet alan isteklerini karşılamaktan başka neye çalışıyor?”

  
“Bu dünyada kendisini iyiliğe ve güzelliğe veren bir tek kişi de kalsa evler, memleketler ve insanlar yine bahtiyar olurlar.”

   
“Garabete bak ki, bizi şimdi ayıran şey birbirimiz haklı buluşumuzdur. Ben o günkü sen oldum, sen de o günkü ben. Ruhlarımız tersine çevrilince, ihtilaf ve dava aynı kaldı.
Ben seni apartman merdiveninde kucakladığım gün, Selma, bir hayvandım. Seni o gün dudaklarının lokumunda, göğsünün zıplayışında, diz kapaklarında ve topuğunda aradım. Bereket sen başka yerde idin. O kadar kolay bulunsaydın şimdi ne kalacaktı senden? O gün bana ilahi bir ders verdin sen. Şimdi o ‘sen’ nerede?”

   
“Aziz’e göre diyalektiğin üçüncü hareketine henüz çıkılmamıştır ve sentez mümkündür. Bir tarafın hatası, gerçeği ‘hususi ve ferdi’ye bağlaması; öteki tarafın hatası ‘umumi ve müşterek’e bağlamasıdır. Bir şey var olabilmek için hususi ve umumi vasıflara aynı derecede muhtaç olduğuna göre, gerçeği bunlardan yalnız birine bağlamak mümkün değildir. Bundan başka, umumi, ancak hususilere göre umumidir, öteki umumilere göre kendine has vasıfları olduğu için hususidir.”

   
“Binlerce Galaksi’nin yalnız bir tanesinde, bize bir gözbebeğinin ortasındaki pırıltı kadar küçük görünen bu yıldızlardan otuz milyar kadarı sayılabilmiştir. Milyonlarca ışık yılı içinde milyarlarca yıldız daha var ve bunlardan çoğu yüz binlerce arz küresini içine sığdırabilecek kadar büyüktür. Milyon kere milyon defa arzı içine alabilecek dev yıldızlara bile rastlıyoruz. Bu sonsuzluğun daha birinci merhalesinde idrakimizin soluğu kesiliyor. Kavrayamıyoruz Dehşete düşen Pascal’ı daima hatırlıyoruz. Mıymıntı zekamızın rahatını kaçırmamak için, başımızı en kolay izahın yastığına koyuyor ve insanın hayalini çatlatan bu genişlik ve büyüklük ölçüsü içinde, sayısız dünyalardan her birini kendi yüceliğine nispetle bir atom kadar küçülten ulu kainatın bir kıyıcığında, hayatın yalnız bizim dünyacığımızda ve şuurun yalnız bizim kafacığımızda bir tesadüf eseri olarak bulunduğunu sanıyoruz; manayı kendimizde hapsediyor ve bütün bu sonsuzluğun ve yüceliğin manasız bir doluluğu kapladığına ve tekrarladığına hükmedip çıkıyoruz. Sanki bu enginliği dolduran bütün dünyalar bizim içimizle hiçbir münasebet kabul etmeyen dışarılık ve ablak bir objeler alemidir. Sanki insan ve kainat, iki zıt mahiyet içinde birbirini iki yabancı gibi seyrediyor. İkisinin de birbirine aynı mana nizamı içinde bağlı olduğunu bir bedbaht şimşeği içinde idrak ettiğimiz halde inkar ediyoruz. Münasebetlerden başka hakikat tanımayan ve mahiyetlerin önünden kaçan maddeci ilim ve felsefe, ana dava önünde, insan zekasını bu kadar sefil bir intihara sürüklemiştir.”






























Ölüme Kaside




Ölüm kadar sıcak gel olur mu?

Ölüm kadar umutlu…
Ölüm kadar heyecan verici…
Ölüm kadar güzel…



Öyle bir gel ki; sen geldiğinde ben öleyim.
Savrulsun küllerim dört bir yana.
Bütün dünyayı gezeyim.

Anlatayım ölümü.
Ölümün gerçek yüzünü…

Bilindiği kadar soğuk olmadığını
Sanıldığı kadar kötü olmadığını
Geride kalanların abarttıkları kadar büyük bir acı olmadığını…



Ölüm diyeyim...
Ah ölüm…

Öyle merhametli ki tıpkı düşünce dizi kanayan çocuğunu sakinleştirmek için başını okşayan anne gibi…
Öyle sıcak ki tıpkı güneş gibi…
Öyle taze ki tıpkı fırından yeni çıkmış ekmek gibi…
Öyle güzel ki tıpkı yeniden başlayabilmek gibi…
Öyle anlatılmaz ki tıpkı aşk gibi…



Ah aşk...
Ah ölüm…

Aslında o kadar benzerler ki…
Ben sana aşık, ben ölüme aşık…
Bir kalpte iki aşk barınamaz...
Ah, ne yazık…


Gel öyleyse.
Gel ve öldür beni.

Kavuşayım aşkıma.
Bırakayım kendimi onun sıcak ve merhametli kollarına…


Sonra…

Sonra gideyim ve bütün dünyayı gezeyim.

Anlatayım ölümü...
Ölümün gerçek yüzünü…

Siz Hiç


Siz hiç ölmek istediniz mi bir başkasının yerine? 
Hiç dar geldi mi bedeniniz yüreğinize? 
Aynada bakamadığınız oldu mu kendi gözlerinize? 
Acı hıçkırıklar düğümlendi mi kalbinizde? 
Olmaz denen oldu mu gözlerinizin önünde? 
Yıkılmaz denen bir adamın mendillerin arkasına saklandığını, 
Her bir feryatla tek tek yerle bir olduğunu dağların 
Yeryüzü dümdüz olana dek seyrettiniz mi? 
Acıyı gördünüz mü? 
Bir beden bulduğunu kendine 
Ya kucakladınız mı siz hiç acıyı 
Ya da seyrettiniz mi o uyurken masum suratını? 
Acıyla eridi mi yüreğiniz de? 
Ayak ucundan yaklaştınız mı yanına aman rahatsız olmasın diye, 
Usulca elinizi koydunuz mu başına? 
Yorgun bedeni dayanamaz, 
Bu yükü daha fazla taşıyamaz diye korktunuz mu? 
Aman pes etmesin, 
Bir gece herkes uyurken çekip gitmesin diye kapılara kilit vurdunuz mu?
Günahsız bir bebeğin gözyaşlarını özleme akıttığını gördünüz mü? 
Ona dokunamayan acıya ağladı bebek. 
Kapıdan onu izleyen acıyı özledi bebek... 
Ya hiç utandınız mı siz nefes alabilmekten? 
Önünüzde ırmaklar çağlayanlar dururken 
Bir damla su için medet umdunuz mu? 
Sanki buna bağlıymış gibi dünyanın kurtuluşu. 
Siz hiç dikenli bir yolda gül arayışına çıktınız mı?


11 Ağustos 2016 Perşembe

...







Yerin yüzü ile göğün yüzü arasındaki fark nedir?
Zannımca gökyüzüne bakmadan, 
yeryüzünü anlayamaz insan. 
Huzuru 
gökyüzünde 
arayanlar/bulanlar, 
yeryüzünü 
anlamlandıramayanlar mıdır? 
Ya da yeryüzünde 
kendilerine 
huzursuzluk çıkaranlar mı? 
Sorunun 'bulundukları yer' 
olduğunu düşünüp, 
sahip olmadıkları(!) şeyin 
onları daha iyi yapacağına 
inananlar mı? 
Dünyanın kargaşasına 
girmemiş, 
bencillik zırhını 
kuşanmamış, 
şaşkınlıkla izleyip 
sessiz/sakin/huzurlu 
bir yere 
ihtiyacı olanlar mı? 
Yani, kendilerini dünyaya ait 
hissetmeyenler. 
Pardon, kendilerini dünyaya ait 
hissetmeyenlerin 
önde gelenleri. 
Herkesin içi haykırır çünkü: 
"Ben bu diyara ait değilim."
Huzuru gökyüzünde, 
göğün yüzünde 
arayanların 
alıp veremediği 
yeryüzüyle değildir 
aslında. 
Onların kavgaları, 
yeryüzündeki 
kavgayladır. 
Onların canını acıtan, 
insanın 
canından uzak olmasıdır. 
insanın 
kendi canını ateşe atmasıdır. 
canın yerine 
cananın 
konulmasıdır. 
Onların canını acıtan 
canandır. 
Canın yerine konulan, 
can sanılan 
ama 
candan 
fersah fersah uzak olan 
canan. 
Onların canını acıtan, 
gözlerinin gördüğü 
ile 
yüreklerinin hissettiği 
arasındaki 
farktır.