28 Nisan 2017 Cuma

Eksik Bir Öykü

İki gündür asabım pek bozuk. Sabahları evden çıkıp akşama kadar umarsızca dolaşıyorum. Fakülteye de uğramıyorum. Finaller yaklaşıyor. Selma’dan girmediğim derslerin notlarını alır, hallederim. Can sıkacak bir şey yok bu hususta. Sahi ne iyi kız şu Selma. Diğerleri gibi değil. Notlarını saklamıyor mesela. İsteyen ben oluyorum ama verirken o mahcubiyet duyuyor. İnce kız evet. Hem insanın içini ısıtan bir gülümsemesi var. Güven veriyor. İşte göresim geldi şimdi. Böyle ilginç bir huyum var. Bir an birini göresim, sarılıp içime sokasım gelir. O an bitince yanımdan geçse selam vermediğim zamanlar olur. Bencillik mi bunun adı? Böyleyim işte ben de, söz geçiremiyorum içime.

Yürü babam yürü, koca İstanbul’u arşınladım iki günde. Fakat nereye gitsem içimin sıkıntısı da beraberimde geliyor. Ne bir cami avlusuna terk edebiliyorum ne boğazın derinliklerine fırlatabiliyorum ne de girdiğim bir yerin askısına asıp çıkarken unutmuş gibi yapabiliyorum. İnsanın dilinin, dişlerinin arasındaki bir boşluğa takılıp kalması gibi gelip gidip aynı meselede duruyor zihnim.

Fatih’ten Beyazıt’a kadar yürümüşüm. Düşünürken zaman ve mekân mefhumlarının dışına çıkıyorum bazen. Yorulmuşum da. Bir yere girip bir şeyler yesem iyi olacak. Kahvaltı yapmadan çıkmıştım evden. Ah, şuraya gireyim işte. Poğaçaları her saatte sıcak çayı da hep daim olur.

Öyle de oldu. Sıcak poğaçamdan ilk lokmamı aldığımda ne kadar acıkmış olduğumu fark ettim. Çayımı yudumlarken ise bana doğru yürüyen Ahmet ile Elif’i gördüm. Bizim fakültedenlerdi. Selam verip masama oturdular.

“Sen nerelerdesin kaç gündür?” dedi Elif endişeli bir ses tonuyla.

Gülümsemeye çalıştım. “Derse gelesim yoktu. Tatil verdim kendime ben de. Fakülte nasıl? Sınavlara az kaldı.” Samimi bir merakın ardına sığınarak konunun seyrini değiştirmek istiyordum.

Ahmet, sözü Elif’e bırakmak istemiyormuşçasına hızla lafa girdi:

“Nasıl olacak? Hep aynı hır gür. A’lar hafta sonu Necdet’i tek yakalayıp ağzını yüzünü dağıtmışlar. Çocuk hala hastanede. B’lerse Necdet’in kanını yerde koymayız diyorlarmış. Valla bak, Orhan kendi kulaklarıyla duymuş. Anlayacağın en iyisini sen yapıyorsun. Bana sorarsan birkaç gün daha gelme derim. Ortalık iyi bir karışacak gibi. Bize dokunmasa bari. Hatırlasanıza geçen sefer İpek kavganın ortasında kalmıştı da kendine gelememişti bir türlü. Ağabeyi getirip götürüyor hala okula kızcağızı. Sana bir şey söyleyeyim mi? Bana kalsa bunların hepsini atarım okuldan. Okumakta işleri olsa ne işleri olur A’yla, B’yle? Hiçbirinin birbirinden farkı yok. Kan davasına çevirdiler olayı. İlle vatanı düşünüyorlarsa okuyup mezun olsunlar. Gerçi bunlar mezun olsa ne olur? Neyse işte. Bana kalsa atarım hepsini. Ekmek derdine düşünce kesilir zaten sesleri.”

Ahmet’in anlattıklarına şaşırmamıştım. Fakültede üçüncü yılımdı ve üç yıldır bir kısır döngü halinde devam ediyordu tüm bunlar. Her seferinde gizli bir el bir düğmeye basıyormuşçasına nereden olduğu belirsiz bir fitil ateşleniyor; bakışmalar, sataşmalar yerini bıçaklı sopalı kavgalara bırakıyordu. Ben siyaseti oldum olası sevmem. Pis iş. Doğrusu, yanlışı belli değil. Bu yüzden hiçbir zaman bir gruba dahil olmadım. Rahmetli dedem gençliğinde A’ların ateşli savunucularındanmış. Yıllarını vermiş davasına. Sadece yıllarını mı? Kazandığını dergiye, matbaaya yatırırmış, halk bilinçlensin diye. Varını yoğunu feda etmiş. Sonunda mı? Sonunda tâbi olduğu grubun içinde gördüğü yanlışları dillendirmeye başlayınca kovmuşlar, tehdit etmişler bir daha ayak basmasın diye.

Tabi dedem yine davasından vazgeçmedi. Fakat teşkilattan atıldıktan sonra yüzü eskisi gibi gülmedi. Hiç unutmam, ben küçükken kucağına alır, anılarını anlatırdı. Ancak o zaman ışıldardı gözleri. Konuşmasının sonlarına doğru kederlenir hep aynı şeyleri tekrar ederdi:

“Bak kızım. İstediğine inanmakta özgürsün. Lakin unutma ki bu dünyada mükemmel yoktur. Yanlışı giderilmeyen ve hatta eleştirilmeyen bir oluşum er geç çürümeye, ölmeye mahkûmdur. Bu yanlışları düzeltmek yerine görmezden gelenlerse bir gün muhakkak pişman olacaklardır. Ben, doğru fikirlerin temelinde yanlış yapan, yanlış niyetleri olan adamlara tâbi oldum. Yıllarımı verdim. Babam hep, ‘filler tepişir, çimenler ezilir’ derdi. Ah canım babam, yine haklı çıktın. (Bu noktada eliyle gözlerinin buğusunu siler, devam ederdi.) Bu söylediklerimi unutma e mi benim güzel kızım?”

A, B diye adlandırıyorum çünkü tarafların ne olduğu pek fark etmiyor. Yıllardır aynı şekilde sürüp gidiyor. Yalnız isimler değişiyor. Sağcı solcu, ülkücü komünist, gerici çağdaş, dinci laik… Böyle uzayıp gidiyor liste. Kavga hep aynı kavga. Söylemler, şarkılar, türküler bile aynı. Birinin öznesini alıp ötekine koysam abes durmaz, kimse de anlamaz. Zaten farkındalık kalmıyor zamanla insanlarda. İçi boş sloganlar, bağırmalar, çağırmalar…

“Hey! Kime diyorum kızım? Nereye uçtun, hayırdır?” sözlerinin karşılıksız kalması asabileştirmişti Ahmet’i.

“Yok bir şey. Söylediklerini düşünüyordum.”

“Düşünecek bir şey yok. Atacaksın hepsini, temizlenecek ortalık.”

“Doğru, haklısın şüphesiz.” 

Düşüncelerinin itibar bulması gizleyemediği bir zafer gülüşü kondurdu dudaklarına. Oysa Ahmet’in sabit fikirli olduğunu bildiğimden tartışmaya girmek istememiştim sadece. Asıl maksadımı anlayan Elif, Ahmet’e istihza ile baktı. Of içim şişti vallahi. Biraz daha oturursam şuracıkta patlayacağım sıkıntıdan.

“Ah beş olmuş saat, kalkayım ben. Selma’dan not alacaktım. Tuh gitmiştir kız şimdiye. Yine de bir bakayım. Hadi çok öpüyorum, görüşürüz yine.”

Bir itiraza mahal vermemek adına apar topar kalktım. Arkamdan Ahmet’in “var bunda bir haller ama çıkar kokusu elbet” dediğini duydum.

Ahmet haklı. Bende bir haller var. Belki sadece bir hal var. Ama öyle çok var ki birçok şeymiş gibi ve hatta her şeymiş gibi. Bir yahut birçok, kurtulmam gerek. Fakat nasıl?

Mektup! Olur mu ki? Neden olmasın? Evet, en makul yol bu. Bugün bir şeyler karalar… Neden karalamak? Hayır, itinayla yazacağım. Gururum incinmesin diye karalamak diyorum ama gerçek ortada. Bugün yazar, yarın Raci ile postalattırırım. Eline de birkaç kuruş veririm kimseye söylemez. İki günde ulaşır. Azap dolu iki koca gün daha. Okur, aynı gün cevap yazarsa… Dur, cevap yazacağını ne biliyorsun? Yazmaz mı? İhtimal. Olsun ben yine de yazacağım. Karşılık gelirse iyi. Gelmezse fena, pek fena…

Masamın başındayım. Önümde bir deste kâğıt ve elimde geçen sene ufak, otantik bir dükkândan alıp kullanmaya kıyamadığım dolma kalem. Söylemek istediğim her şeyi yol boyunca zihnimde tasarlamış olmama rağmen tek kelime dahi yazamıyorum.


“Nihat,

On gündür senden haber bekliyorum. Normalde hiç gecikmez, geciktirmezdin. Son konuşmamızın ciddiyeti mi seni yazmaktan alıkoydu bilemiyorum. Eğer öyleyse de bunu kendim bir sanrı olarak tasarlamayı değil de senden duymayı tercih ederdim.

Hele şu son üç gündür daha fenayım. Evdekiler üzerime geliyorlar. Fakülteye gitmiyor ayaklarım. Sanki en küçük toz zerresinden en büyük galaksiye kadar, bütün kâinat iş birliği içinde bana sıkıntı vermeye çalışıyor ve buna muvaffak oluyor. Sürekli hararetle bahsettiğin kolektivitenin gücü burada da kendini gösteriyor. Ruhum, Nihat, ruhum eziliyor!

Üç gündür daha iyi idrak ettim ki sen benim istinâd noktamsın. Muvazenesini yitirmiş bir ruhun boşluğuna düşmek korkusunu duyuyorum. Hayır Nihat, beni itham ettiğin gibi alelade hisler değil bunlar. Dünkü çocuk değilim ben. Müthiş şeyler oluyor içimde. Durduramadığım bir hissiyat feveranı. Hiç böyle olmamıştım oysa. Sen anlarsın. Ne bunun adı?

Biliyorum burada olsan, “Her şeyin altında bir şey arıyorsun. Ne gerek var tüm bunlara?” dersin. Yanılıyorsun Nihat. Evet, sen, Nihat Bey, belki hayatında ilk kez yanılıyorsun. Artık ben her şeyin altında bir şey aramıyorum. Çünkü bir şeyin içinde her şeyi buldum. İşte bu yüzden bu kadarcık isyanı çok görmemelisin bana.”


Yarın ilk iş mektubu Raci’nin eline tutuşturup postaneye yollayacağım çocuğu. Ne ilginç. İçime sığmayan kederimi şu elimde tuttuğum kağıt parçası taşıyor. O da eziliyor mu acaba? Ortak oluyor mu azabıma? Belki bütün kaderim bu kağıt parçasının uyandıracağı intibaya bağlı. Ya nefes alabileceğim yahut bir felakete sürükleneceğim. Şuncacık kağıt parçası… Ne acizlik Ya Rabbi… Ben bu kadar basit miyim? Gururumun mukavemeti bu mektubun önünde engel. Şimdi uyandırmalı Raci’yi. Aksi takdirde kendimde bu gücü bulamayacağım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder